Platon’u bir güzel benzetesim var

1 ay önce 44

Kitaba adını veren yerden başlayayım: Anne Ben Düştüm mü? Beliz Güçbilmez’in dört yaşındaki oğlundan duyduğu bu cümlenin sanat, edebiyat, kurmaca teorisi açısından ilginç bir anlama büründüğünü görüyoruz. Yazarın yaşadığı bir tecrübeyi yorumlama biçimi sizin de ilginizi çekecek. Güçbilmez, oğluyla birlikte animasyon filmler izlemeye başladıkları bir dönemden bahsediyor. Küçük çocuğa bir filmin tamamını farklı zamanlarda nasıl izletebildiğini aktardıktan sonra kendisine ilginç bir tecrübe yaşatacak Buz Devri I filmine sözü getiriyor. Filmde, bir hayvan çetesi, bir insan yavrusunu buluyor, besliyor, onunla ilgileniyor. Filmin sonunda bebeğin babası ortaya çıkıyor, dramatik bir kavuşma sahnesi yaşanıyor, kahramanlarımızın gözleri yaşlı, son derece duygu dolu sahneler. Filmin tam bu anında kanepede oturan oğlu “Anne ben düştüm mü?” diye Güçbilmez’e bir soru soruyor. Bu, şimdi bu satırları yazmak için kitaba döndüğümde beni bir kere daha heyecanlandıran bir sahne. Güçbilmez’in neler hissettiğini tahmin bile edemiyorum.

Güçbilmez, devam ediyor. Soru karşısındaki şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra oğlunun oturduğu yerde böyle bir soru sormasının filmin sonundaki dokunaklı sahne ile bağlantısını kuruyor. Az önce izlediği sahnenin tesiriyle küçük çocuğun burnu sızlamış, gözleri dolmuştur. Düşmediği hâlde, düşmediğini bile bile, bu ağlama isteği nereden gelmiştir peki? Beliz Güçbilmez’in “insan yavrusunun ilk kez empati kurduğu” bu âna tanıklık edişi karşısındaki heyecanını gördükten sonra bu soru ve sahneyi yorumlamasına bakalım. Şöyle diyor: “Peki burada tam olarak ne olmuştu? Bir kurmaca karşısında geçirilmiş yetmiş seksen dakika büyütmüştü onu. Sahiden de adını bilmeden yaşadığı o duygu, zihninde sonradan içine dolacağı yer yapmış, deyim yerindeyse yeni bir oda kurmuştu.”

Kurmacalar hayatımızda nasıl yer işgal ederler? Onları okumayı tercih ettiğimizde aslında neyi kabul etmiş oluruz? Bu iki soru, Güçbilmez’in kitabının kapağında yer alan “Kurmacalara neden muhtacız?” sorusu gibi cesur ya da peşin hükümlü değil ama dolaylı bir biçimde benim sorduğum soruların cevaplarıyla örtüşen bir tartışmayı başlatıyor. Kitapta bu muhtaçlık ya da kurmacaların bize yaptıkları üzerine epey tespit ve yorum var. Bunlardan birkaçını burada hatırlatayım. Mesela kulağa ilk elden hoş gelmese de “evrensel doğru”yu sınayan bir şey benim için önemlidir. İyi kurmaca, evrensel doğruları sınar diyor Güçbilmez. Evrensel doğrunun kendi başına bir anahtar olmaya yetmeyeceğini ifade ediyor. Kurmacanın gerçekdışı olduğu ancak yarattığı tesirin gerçek olduğu da genelgeçer bir tespit gibi geliyorsa size yanılıyorsunuz. Tesiri gerçek olan bir şeyin kendisinin gerçek olmadığını kolay kolay iddia edebilir miyiz? Yine bir ifade: “Bana öyle geliyor ki neredeyse bütün duygusal eğitimimizi kurmacalara borçluyuz.” Bu da üzerinde düşünülesi bir iddia. Kitapta yurtdışında yapılan bir deneyden de bu iddia merkezinde söz açılıyor. Buna göre daha fazla roman okuyanların, diğer insanların duygularını okumak konusunda daha iyi sonuçlar aldıkları görülüyor. Burada eğitimli olmanın bir önemi yok. Çünkü kurmacadışı kitap okumanın empati üzerinde bir tesiri olmadığı görülmüş. Kurmaca ve gerçeklik ilişkisi bakımından kitaptaki “harita metaforunu” da önemli görüyorum. Elimizde bir harita varken seyahat etmişizdir. Haritada gösterilenlerle başımızı sağa sola çevirdiğimizde gördüklerimiz tam olarak uyuşmaz. Yol kenarındaki bir evi göstermediği için haritaya hatalı diyemeyeceksek kurmacalara da gerçeklikten hareketle “Bunları neden yansıtmadın?” sorunu soramayız. Harita metaforu bu. Son derece haklı.

Kurmacanın gerçek olmadığını bunun değerini bilenler zaten tartışmıyor. Beliz Güçbilmez gibi yıllardır sanatın atası tiyatro teorisi üzerine çalışıp sonra da pratik yazarlık okulu idare eden bir akademisyen için bu gerçekdışılık iddiası, ortadan kaldırılması gereken bir şeye dönüşüyor. Bu sebepten olsa gerek “Kurmacaya yalan demek bir mimari plana, bir senfoni notasına ‘yalan’ demekten farksızdır.” diyor. Düşünmeye değer bir yorum. Bir de acemi okurun peşinde olduğu bir şey vardır. Hikâyesi için okumak. Bana bir kitap tavsiye et sürükleyici olsun. Kurmacaları bunun için okumak da bir yanılgı. Kim okuduğu kurgunun hikâyesini hatırlıyor ki? Kurmacalara muhtaçlık hususunda Güçbilmez’in bir cevabı var. Hayret duygusunu işaret ediyor. Kurmacalar bize bu duyguyu verir. Ama daha önemlisi “Yenilenmek için hayret etmeye muhtacız, kurmaca hayret yaratır; bu yüzden kurmacalara muhtacız.” Bir de kafa dağıtmak için roman okumak diye bir şey vardır. Anne Ben Düştüm mü? bunun aksini iddia ediyor. Kurmaca, bir yazarın zihnindekileri kavranabilir, akılcı bir evrenle buluşturma işidir tespitine katılıyorsak bir okurun kurmacaya yönelirken niyetinin kafa dağıtmak değil, gündelik hayatın darmadağın ettiği zihnini toplamak olduğuna da inanırız.

Anne Ben Düştüm mü?’de “Platon’u bir güzel benzetesim var.” diyen cümleler de okudum. Platon’un sedir metaforunu bilenler bu kızgınlığın sebebini de tahmin edebilirler. Beliz Güçbilmez, kurmaca teorisi üzerine telif ya da tercüme yayımlanan kitapların uzağına gitmeyi hedeflemiş. Bu kitapların arızalı dilleri zaten sevimsiz teorik konuları okutmakta okuru iyice ürkütüyor. Daha kitabın adından, bu ismin konmasını hâlâ zekice buluyorum, gerçeklik ve kurmaca ilişkisini bugüne kadar tekrarlanan pek çok şeyin aksini iddia ederek anlatmasını önemsedim. Bir kere edebiyatın, edep kökünden gelmesinden dolayı edebiyata yüklenen “edep dolu” anlamı reddettiği için bile bu kitaba yakınlık duyabilirdim. Reddettiğim yerleri dost meclislerine bırakıyorum.

Tum Makaleyi Oku